Forum Kimbuya şiir, kadınca, yemek tarifi, burçlar, müzik dünyasi, atatürk ve tarih, blog siteleri destek, hikaye, çocuk bakımı, yardım, kolayseyret, forummum forum, Ücretsiz Forum Sitesi, Frm, Tr, Forumlar, Sohbet, Oyun, Resim, Sevgi, Eğlence, Programlar, mp3 ders not |
|
| Can Dündar Şiirleri | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Admin Admin
Mesaj Sayısı : 227 Kayıt tarihi : 29/01/09
| Konu: Can Dündar Şiirleri Cuma Ocak 30, 2009 7:54 pm | |
| Aç Gözlerini
En sevdiğin elbiseni giydim Bu gece kokunu sürdüm Solgun yüzünü okşadım Sessizce saçlarından öptüm Yazdığın mektupları okudum Kana kana su içer gibi Plaklarını çaldım ah! En çok o şarkıda özledim seni.
Issızlık kapıyı çaldı, açmaya korktum gece yarısı Şehir uykuya daldı, baktım dışarıya katran karası Rüzgar telaşla kokunu getirdi bana aldım koynuma Buseni hafızamdan koparıp iliştirdim dudaklarıma Üşüdüm karanlıkta Tenine dokundum hissetsin diye Aç gözlerini
Erguvanlarına su verdim İçerken benimle konuştular Yastığını okşadım, kokladım Anılar uçuştular Soluğun saçlarımı yaladı sanki yine bir meltem gibi Teninin kokusu karıştı kokuma Yakıştılar
Boğuldum karanlıkta Yanı başımdasın benden çok uzaklarda Ellerimi tut dokun bana Aç gözlerini.
Attım kendimi caddelere Yeşil ceketin sardı beni Yürüdüm üstüne karanlığın korkusuz Tuttum ellerini.
--------------------------------------------------------------------
DOSTLUK
Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın… “Nereden çıktın bu vakitte”dememeli, Bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; “Gözünün dilini”bilmeli; Dinlemeli sormadan,söylemeden anlamalı… Arka bahçede varlığını sezdirmeden,mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi Köklenmeli hayatında; Sen,her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli. Kovuklarına saklanabilmelisin. Kucaklamalı seni güvenli kolları. Dalları bitkin başına omuz, Yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı… En mahrem sırlarını verebilmeli, En derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; Gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz… Onca dalkavuk arasında bir tek o, Sözünü eğip bükmeden söylemeli, Yanlış anlaşılmayacağını bilmeli. Alkışlandığında değil sadece, Asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli. Övmeli alem içinde,baş başayken sövmeli Ve sen öyle güvenmelisin ki ona, Övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin, “Hak ettim” diyebilmelisin. Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; Günahlarının yegane şahidi… Seni senden iyi bilen,sana senden çok çok güvenen bir sırdaş… Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında,onun gözünden gelmeli yaş…
----------------------------------------------------------------------------------------
YALANCI BAHAR
Yalancı bahar Kaç baharı gerçek sanıp kandık söylesenize… Kaçına’Nihayet’ hasretle kucak açtık ve kaçında yanıldık… Kaç kez ayaz vurmuş dallarımızda filizlerimiz söndü. Yine de uslanmadık. Yine geveze bir dosta sırlarımızı açar gibi açıldık yalancı bahara… Yine yanıldık. Peşinden bastıran tipiyle ayıldık. Ne yapalım ki, dalında patlamayı bekleyen bir tomurcuk gibi susamıştık ilkyaza… Kaç zaman olmuştu kendimizi güneşin kollarına bırakıp, ormanda yayılan kekik kokularıyla sarhoş olmayalı… Tahmin ediyorduk, üzerimize katran rengi bir kafes gibi çöken bulutların ardında güneşin gülümsediğini… Daha ilk ışınları deler delmez kafesi, açtık iştahla ruhumuzun pencerelerini…
Bahar öyle kolay gelmezdi aslında; biliyorduk; yanlış baharlarda az mı ayaz yemiştik. Kaçımız mart güneşine aldanıp açılmış ve kara kafesin ağına düşmüştü yeniden… Bahar, ilan ı aşk mevsimiydi, astık aşklarımızı ilan panolarına, sevdalar yasakken daha… Bahar, barışın mevsimiydi; müjdeledik barışı, silahlar konuşurken hâlâ… Söyledik, ancak yazın söylenecekleri, güneş henüz toprağı ısıtmamışken… cemreler düşmemişken ilkyazın koynuna… Yalanmış meğer bahar; daha vakti değilmiş, aşkın da barışın da… Güneşe kananlar, yazı beklerken bahardan oldular; kesildi sesi soluğu, erken öten horozların…İyisi mi itirafçı olalım; biliyorduk ‘İşte bahar’ derken, ardından gelecek ayazı… Yalan bu çıkma demişti temkinliler, tedbirliler, ‘çıkarken üstüne kalın bir şey al’anlar, ‘başına bir iş gelmesin’den ürkenler… Ama bahar, olanca işvesiyle sokağa çağırıyordu. Aşk, ilan panosuna asılmayı bekliyordu, barış bir kuş gagasında müjdelenmeyi… ‘Erken mi geç mi’ hesabına gelmezdi ikisi de… Peşlerine düşülmeli, ilan edilmeli, müjdelenmeliydiler. Güneşi görür görmez seranada ve barış türkülerine başladık. Vakti gelmeden açıldık, geç kalmadan davranma telaşında… Erkenmiş. Kursağımızda kaldı bahar sevinçleri… Erken öten horozlar, erken açmış çiçekler, erken doğmuş bebekler gibi kesildik, solduk, öldük. Yine tedbirliler ulaşacak salimen yaza; biz yakalandık, zalim ayaza…Ama itirafçı olsak da pişman olmadık. Az da olsa ısındık hiç olmazsa… Vakitsiz de olsa söyledik, söylenmesi gerekeni… Bahar yalan mıymış gerçek mi dinlemedik. Güneşin ilk dokunuşuyla haber verelim dedik, ardından gelecek müjdeyi… Aşk için erkendi belki, barış henüz uzak… ama ikisi de gelecekti nasılsa sonunda… Hep bildik ki, habercisidir yalancı bahar, sahicisinin… Bazen vaat, hediyeden de kıymetlidir. Kesilmeyi göze alıp erken ötmek yeğdir çoğu zaman, susup doğru zamanı kollamaktan… Sonunda olan yalana kananlara olur, onlar müjdeledikleri şeyi göremeden giderler. Lakin çoğu buna gönüllüdür. Güneşe en erken onlar dokunmuşlardır, elbet en erken yanan onlar olacaktır. Belki ‘İkinci Bahar’ı yaşayanlar bilir kıymetlerini…
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
ZORDUR KÖPRÜLERİ YAKMAK
Zordur köprüleri yakmak… Siradan sabahlarin mahmurluguna alismislar için, bir safak vakti aniden geçmisinden ve bugününden vazgeçmek, ve içinde her nasilsa saklamayi basarmis bir yarin heyecaninin kanadina tutunarak havalanmak cesaret ister. Kurulu düzen öylesine rahat, öylesine huzur doludur ki, ruhuna gömülü çocugu, yillarca kininda beklemis keskin bir kiliç gibi uyandirip dort nala ilerlemek, yaman bir karara dönüsür. Zordur insanin onca zaman bunca emekle kurdugu ne varsa hiçe sayip, maglup ama magrur bir komutan edasiyla yeni seferlere niyetlenmesi… Bugüne yenik düsenler, yarini sadece hos bir hayal olarak düsleyip, dünde yasarlar. Bedel ödemeyi göze alanlar ise, yelkenleri atlastan gemilerle, arkalarinda külden köprüler birakarak, meçhul bir istikbale dogru dümen kirarlar…. Yikilan sirat köprüsüdür…. Geçer ve orada kalirsiniz: cennetse cennet, cehennemse cehennem… Dönüsü yoktur….
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
YARIM HAZİRAN
Kimbilir kaç baharı birlikte uğurladık seninle… Kimbilir kaç yazı karşıladık kan ter içinde… İlhamısın ergenlik şiirlerimin, o ilk Haziran’dan beri… Yaşgünlerimin fener alayı, ilkyaz günahlarımın tanığısın… Tanığısın yüzüme düşen gözlerin, terime değen ellerin… Senle başlayıp, sende bitirdim bunca yılı… Sendin hararetli yılsonu muhasebelerimin değişmez takvim yaprağı… Tutkunum sana… Sadık, itaatkar ve hayran… Yarım Haziran…Hasretle bekleyip, iple çektim gelişlerini çoğu zaman… Sen hep iki bahar arasında, hazlar zamanı çıkageldin; eteklerinde ilkyaz coşkuları ve isyanlarla… Haziranlarda aşık, haziranlarda pişman, haziranlarda ergen oldum. İşte burada yıllar yılı getirip, iadesiz taahhütsüz önüme atıverdin eski yaşlar… Kimi hakkınca yaşanmış, kimi belki hiç yaşanmamış… Kimi çocuk, kimi genç, kimi olgun… Her serin baharın ardından yaz kokulu, yıldızlı müjdeler taşıdın bana… Hararetli ve çıplak Temmuz akşamları vadettin… peşisıra hazan geldiğini hissettirmeksizin bir süre… Gün oldu tomurcuk olup çiçek boyverdin; gün oldu şiddet yüklü bir öfke bulutuna tutunup seller yağdırdın gecikmiş bahar dallarının üzerine… hazırlıksız… insafsız… Öncesiz ve sonrasız aşklarda oyaladın beni… kimi gerçek çoğu, çoğu yalan… Zamanla ibadet eder gibi sevmeyi öğrettin; üzerine kırağı düşmüş beyaz bir gül kadar taze… bir o kadar kusursuz… Anladım ki, Haziran’da sevmek yaman… Yarım Haziran..Ocaklar kurdum sıcacık… Aşım, eşim, işim oldu katıksız, riyasız… Oğullar ve gecikmiş heyecanlar verdin bana… Gidemediğimiz uzak denizleri çocuklarımıza isim yaptık… onlar yüzsün diye yüzemediklerimizi… Geride kırık dökük onlarca Haziran bırakarak karşıladık yarınları… Ve sen bağışladın hatalarımı yılsonu bilançolarında… Sorguda ele vermedin beni… Tanıyamadılar kimlik tesbitinde bedenimi, kalbimi… Kimbilir kaç sırrı sakladın… Kaçını ele verdin o gecikmiş hesaplaşmalarda… Sen ilkyazdan alıp güze açarken kapılarını… ben yazın sarhoşluğundan sonbahar serinliğinden aydım. Seni beklerken kendime vardım. Yadsıyamam, Sevildim ve sevdim çoğu zaman… Müsebbibi sensin… Yarim Haziran! … Yaşım büyüse de büyümedi içimdeki çocuk… ama zamanla olgunlaştı Haziranlarım… Yeni gelenler sonbahara daha yakın şimdi… Eski mektuplar ve sepya renkli fotoğraflarla dolu bir albümde hayatım… Haziran doğumlu… Kulağımda bir şiir Hasan Hüseyin’den artakalan: Sokaktayım/gece leylak ve tomurcuk kokuyor/yaralı bir şahin olmuş yüreğim/ uy anam anam…/ Haziran’da ölmek zor”… Lakin doğmak da zor Haziran’da… Yaz kapıyı çalsada; biliyoruz sonu hazan… Yine de seviyorum seni… Yarım Haziran! …
---------------------------------------------------------------------------------------------------
KAÇ KOPYASINIZ SİZ?...
Hiç düşündünüz mü orijinal kişiliklerinizden kaç kopya çıkarılabileceğini? Kaç farklı hayatı bir arada yaşadığınızın farkında mısınız? İstemeden yaptıklarınız, isteyip yapamadıklarınız, gündüz yapıp gece pişman olduklarınızla nasıl çaresizce başka başka dünyalara doğru kanat çırpmaya çabaladığınızı fark ediyor musunuz? Bir dost nikahının ortasında birden bastıran hüznün, bir büyüğün cenazesinde karşılaştığınız eski bir sevgiliyle çıkagelen coşkunun, sizi nasıl kopya kopya çoğalttığını ve tek bir sizden ne çok sizler yarattığını biliyor musunuz? Sinirli bir hayatı çabucak tüketmek için dörtnala koşturup dururken, bir an olsun durup, geride kaç farklı ayak izi bıraktığınıza dikkat ediyor musunuz? Sahi kaç kopyayız biz? Aynı beden içinde kaç farklı ruh halini aynı anda yaşayıp, kaç farklı kişiliğe bürünebiliyoruz? Bu kişiliklerin hangisi biziz, hangisi fotokopimiz? Hüzünlü bir dağ başında sadece ırmak şırıltısı ve kuş sesleriyle sakin bir hayatı düşleyen bıkkınlar mısınız, yoksa deniz kenarında bile televizyonlarını ve cep telefonlarını elinden bırakamayan gönüllü kent mahkumları mı? Ya aynı anda ikisine birden özenmenizi nasıl açıklayacaksınız? .. Hangi kopyanız ‘Kaçıp gidelim uzaklara’ diyor, siz sıkı sıkıya bu topraklara bağlı dururken? .. Kinler, sevgiler, öfkeler, kahkahalar ve gözyaşlarıyla örtülmüş, çok kopyalı bir hayatı nasıl kendinize bile söylemeye cesaret edemediğiniz bir tur iki yüzlülükle yaşayıp gittiğinizi fark ediyor musunuz? Resmi bir toplantının ortasında, aklınızdan masanın üzerindeki kalın raporun sayfalarından oyuncak uçaklar yapıp, tek tek aşağı atmak geçerken hala büyük bir ciddiyetle kös kös oturuyor olmanızı gülümseyerek mi hatırlıyorsunuz, üzülerek mi? .. Aklınızdan geceni yapamamanın, ruhunuz kopya kopya çoğalırken asıl hayatı tek kopya olarak tüketiyor olmanın bedelini biliyor musunuz? Kopyalarınızı orijinal kimliğinizle konuşturuyor musunuz hiç? .. İçinizdeki canavar, ruhunuzdaki melekle hesaplaşıyor mu? Siz kopya sandıklarınızın bir bileşkesi misiniz? Yoksa kopyalarınız da aslınıza mı benziyor? Bilmeden her kopyada aslınızı yeniden mi üretiyorsunuz? Göçüp giderken ardınızda kaç asıl, kaç suret bırakacaksınız? Kaçının hatırlanmasını isteyecek, kaçından utanacaksınız? Sahi, kaç kopyasınız siz? .. Hangisi sizsiniz, hangisi fotokopiniz? .. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 227 Kayıt tarihi : 29/01/09
| Konu: Can Dündar Şiirleri Cuma Ocak 30, 2009 7:55 pm | |
| Şiirsiz yaşamak
Nihayet sonbahar yağmaya başladı ruhumuza, bir dua gibi pencerelerde yağmur, damarlarımızda küllenmiş tanıdık bir tutkuyu kıvılcımlandırıyor. Şiir
bahçedeki yaprak yağmuruyla uyanıyor yaz uykusundan. Yağmurlarla gelen mısralar, ansızın geceye sızıp can suyu veriyor kurak ruhlarımıza.
"Gözyaşlarının gücü vardı eskiden" diyor Adnan Özer, "...ırmak yüklü adamlardık, tuz katarlarının ardınca giden/gölgemizde damlaların bıraktığı izlerden/açılırdı hayal, tuzun suda bukağısı çözülürken"...
Şiir çekip alıyor bizi gömüldüğümüz seviyesiz bataklığın kucağından...
Dizelere yapışıp ayaklanıyoruz.
Meğer ne çok olmuş O'nu kovalı hayatımızdan...
Ne çok olmuş, uykuda bir sevgilinin alnına bir minik buse, sofranın kenarına bir küçük mum kondurmayışımız.
Abdülhak Hamid, kendisinden 40 küsur yaş küçük Lüsiyen'ine yazdığı mektuplara "Bahar-ı Ömrüm" diye başlıyordu:
"Bahar-ı ömrüm; aşk bir maniadır ki ya aşmak veya tahrip etmek lazım; yahut da huzurunda kalmak ve yok olmak..."
Biz, tahrip ettik o "mania"yı; huzurunda kalmanın bedelini göze alamadığımızdan...
O yüzdendir "ömrümün baharı" diye başlayan mektuplar almamamız nicedir...
Sevdiğine "Yüreğim" diyen o tılsımlı zerafeti yitirdiğimizden beridir, burkulmaz oldu yüreğimiz bunca nefretin karşısında...
Gözyaşlarımız gücünü kaybetti.
Şimdi şairler ağlıyor bizim yerimize, bizim halimize...
Yeni yetmeler şarkı sözü ezberliyor artık taşlama yerine küfür, seranad yerine taciz...
Felaket haberlerine alışırken şehir, "dilsiz bir kuytuda ölüyor şiir"...
"Şiir toplumdan kopmuyor, asıl toplum şiirden kopuyor" demişti Tuğrul Tanyol, birkaç yıl önce, yaklaşan bir ihaneti haber verircesine...
Şiir, popüler kültür gibi lümpenleşmeyle uzlaşmamış, direnmiş ve belki de o yüzden okurunu yitirmişti.
Akın akın loto kuponu doldurmaya koşan bir kalabalığın ardından dizeler haykırmak, ancak bir şairin göze alabileceği bir soylu direniş, bir nafile çabaydı.
Duymadı toplum...
Ucuz pop şarkıları söyleyerek başıbozuk bir dere gibi akarken, önüne kattı sanattan yana ne varsa; bir tek şiir hariç...
Şiir, soylu bir çınar gibi direndi köklerini oyan bu sele... terkedilmiş bir sevdalı gibi yapayalnız ama mağrur durdu tarihin akışına inat...
Ve sonunda bir o kaldı soysuzlaşan ruhlarımızı avutacak...
Haydi bir şiir okuyun bugün...
Bunaldıysanız haberlerin aleladeliğinden, sıkıldıysanız şarkıcı dedikodularından, futbolcu fıkralarından, lotaryayla köşe dönme hesaplarından, bıktıysanız ekranların, sayfaların işportacı ağızlarından gelin, siz de şiire sığının...
...ve hatırlamaya çalışın bir zamanlar nasıl, "ırmak yüklü adamlardık, tuz katarlarının ardınca giden.../ Yağmur bir dua gibi geçerdi pencerelerden/ yetim insan, toprağın vicdanıyla doyardı/ gözyaşlarının gücü vardı eskiden." | |
| | | | Can Dündar Şiirleri | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|